Diş Kirası

Yayınlanma Tarihi: 22 Ekim 2021
imageDiş Kirası /> ornament

Aylardan Ramazan. Bambaşka bir aydır. Bizi alır oruca, duaya, sabra, paylaşmaya götürür. Bir de her daim geçmişe götürür. Çünkü senelerdir eski Ramazanlar aranır. Anlatılır; şöyle güzeldi böyle güzeldi. Ve bugünlerden sonra sanırım daha da çok anacağız. Pandemi, teknoloji ve kentleşmenin çatısı altında Ramazanları yaşatabilmek, Türk geleneklerini çocuklarımıza aktarabilmek umuduyla…

Hadi bugün biz de biraz geçmişe gidelim. Nereye, Osmanlı’ya gidelim.

Şaban ayının 29. günü, akşam namazı sonrası hilal görünür ve davullarla duyurulurdu o gece sahura kalkılacağı. Zaten Ramazan gelmeden haftalar öncesinden hazırlıklar yapılmıştır. Erişteler kesilmiş, yufkalar açılmış, hoşaflar için meyveler kurutulmuş, tarhanalar yapılmış. Herkes evini, kapısının önünü temizlemiştir. Evdeki eksik erzaklar için alışverişler yapılmıştır. İnanılmaz bir coşku kaplamıştır herkesi. Ramazan gelmiştir, on bir ayın sultanı.

Aslında Osmanlı döneminde çok fazla gelenek vardır bu güzel aya dair. İftar yemekleri mesela. Konaklar kapılarını herkese açardı. Tanıdık tanımadık kim gelse kapıdan çevrilmez, kimsin diye sorulmazdı, bir sofra daha açılır aynı yemeklerden ikram edilirdi.

İftar vakti gelmeden 5 dakika önce sofrada herkes yerini alırdı. Top patlayıp, ezan sesi duyulunca oruç sırf bu ay için saklanan zemzemle açılırdı. Hurma ya da zeytin de olurdu. Önce büyük bir tepside iftariyelikler getirilirdi. Reçeller, zeytinler, çeşit çeşit peynirler, pastırmalar, sucuklar, küçük kesilmiş pideler… Herkes bütçesine göre iftariyelik hazırlardı.

Kahvaltı tadındaki bu ön yemekten sonra bir ara verilir, namazlar kılınırdı. Namazlar bitene kadar evin hanımı çorba kâselerini doldururdu. Çorba demişken işkembe çorbasının yeri başka idi Osmanlı’da. İşkembeci dükkanının önünde, iftardan az biraz önce ellerinde kâseleri ile insanlar sıraya girerdiler. Çorbalar içilir, sonrasında bir et yemeği, el açması börek, bir sebze yemeği ve pilav sunulurdu. Şerbet de sofrada bulunur, yemekler arası boğazı temizlerdi ya da teravih sonrası ikram edilirdi. Tatlı olarak en güzeli elbette güllaçtı, belki kaymaklısı, gül sulu. Yemekten sonra mutlaka kahve içilirdi.

Bir de ‘diş kirası’ vardır, duymuşsunuzdur belki. Çok güzel bir gelenektir. İftara davet edilen herkese ev sahibi gücü nispetinde diş kirası bir hediye verirdi. Kadife bir kesenin ya da mendilin içinde bir miktar para, tesbihler, gümüş yüzükler, altın… Ev sahibi böylece ‘Siz benim evime teşrif ettiniz, beni sevaplandırdınız.’ diyerek diş kirasını ödemiş olur. Ne güzel bir hediyeleşme yolu bulmuşlar değil mi? Gerçi II. Meşrutiyetten sonra diş kirası kalkmış.

İftar sonrası eğlenceler başlardı. Sokağa çıkılır, ellerinde fenerleri ile insanlar ya kahvehanelerdeki meddahların hikayelerini dinler ya da Karagöz oyunları izlerlerdi. Tiyatrolar, sergiler olurdu. Anadolu’da sahura kadar helva geceleri düzenlenir, oyunlarla, sohbetlerle zaman geçirilirdi.

Öyle güzeldi ramazanlar. Bereketlenirdi sofralar misafirlerle, hediyeleşilir, çocuklara horoz şekerleri alınır, sokaklarda şerbetçiler, helvacılar olurdu… Zenginler sadaka taşlarına bir miktar para koyarlardı. Durumu olmayanlar o sadaka taşından ihtiyacı kadarını alırdı. Alan el veren el birbirini bilmezdi. İşte öyle güzeldi Ramazanlar…

imageMissing Alt Text

Neslihan Alan

Detay
Yazarın Diğer Yazıları
Yazarın Tarifleri

imageMissing Alt Text
Doğa Ve Mutfak

Mutlaka düşünmüşsünüzdür, ormanda yürüyüş yaparken ya da piknikte tabakları masaya yerleştirirken doğanın ne kadar muhteşem olduğunu… Kuş seslerine, peş peşe uçuşan kelebeklere, bir ağacın dibinde çıkan mantarı gördüğünüzde, ufak bir sincabın kaçışına denk geldiğinizde hayran hayran bakakalmadınız mı? Hiç sanmam. Yeşil, ruhumuza çok iyi gelen bir renk. Ve bu renk, doğada alabileceği tüm tonlarıyla bezenmişken…

imageMissing Alt Text
Haydi Mutfağa…

Merhabalar, ben Neslihan. Mutfak eşittir keyif diyen bir anneyim. Mutfak, benim hayatımın en keyifli zamanlarını geçirdiğim, kendi yörelerimizin lezzetlerini denerken bambaşka Dünya mutfaklarına yelken açtığım, yeni keşiflerde bulunduğum bir meditasyon yeri. Sofralar kurmayı, o sofralarda sevdiklerimle beraber lezzetli muhabbetler etmeyi her daim sevmişimdir. Her halde evde yemek yapmanın keyfine varmayı herkes sever. Mesela sevdiğiniz birine bir ziyafet sunacağınız zaman… Önce ne yapmak istediğinize karar verirsiniz. Sonra biraz araştırır kafanıza uygun bir reçeteyi uygulamak için malzemeleri hazırlar ve çalışmaya başlarsınız. Mutfakta geçirilmiş birkaç saatin sonunda çıkan tabağı ikram ettiğiniz vakit, heyecan son noktaya gelmiştir artık. Önce, gözlerinin doyup doymadığına bakarsınız. Şaşırmış olmalı ya da çok güzel göründüğüne dair bir imada bulunmalı. O sıra nefesinizi tutar ve ilk çatalı batırdığı o ana kilitlenirsiniz. Ve sonunda o kadar emek harcayıp sunduğunuz yemeğin enfes olduğunu söyleyen kişinin gözlerinde, aldığı lokmanın hazzını görmenin mutluluğu… Tarif edilemez. Her halde bu platformda tek tarif edemeyeceğim şey bu mutluluk anı olacaktır.

imageMissing Alt Text
Bir Dondurma Hikayesi

Yıl 1970. Kırıkkale’de küçük bir mahalle. Tek katlı müstakil evler. Çocuklar evlerinin bahçesinde oynamak yerine sokakta toplanmışlar, elleri çamur içinde. Çünkü çamurdan bebekler yapıp kurutacaklar ve onlarla evcilik oynamaya başlayacaklar. Bir anda günün o en güzel anı gelmiştir ve beklenen ses duyulmuştur: ‘’Dondurmacıııııı!’’ Çocuklar hemençeşmeye koşarlar, eller yıkanır. Şimdi o minik avuçlarda birkaç kuruş, çocukları gördüğüne sevinen yaşlı dondurmacı amcanın etrafını sarmışlar. Külahlar şimdiki gibi değil o zamanlar. 2 parmak uzunluğunda küçük kase şeklinde. Ellerde minik dondurmalar, kimisinin parası yoktur ama gönlü boldur dondurmacı amcanın, onları eli boş göndermez. Veresiye de olur, kimisine komşu baba ısmarlar. Bir curcuna olurdu öyle, dondurma arabası diğer mahalleye gidene kadar. İşte annemin gözünden çocukluğunun dondurması böyleymiş. Sonrasında her şey o kadar değişti ki! Mesela benim mahallemden seyyar dondurmacı geçmezdi. Babam bizi evin yakınındaki pastaneye gönderirdi dondurma almamız için ya da marketteki paketli dondurmalardan alırdık.

imageMissing Alt Text
Yaz geldi! O zaman domates yiyelim…

Zaman, bugünlerde o kadar hızlı ki akşam nasıl olmuş, mayıs ne zaman bitmiş, yaz hangi ara gelmiş bilmez oldum…

imageMissing Alt Text
Bahçedeki Nar Ağacı…

Nar ne güzel meyvedir. Berekettir, bolluktur içinde barındırdığı altı yüz tohumuyla anlatmaya çalıştığı. Birkaç 1000 yıldır Akdeniz havzasında ekilen kırmızı şifadır. Ağacı öyle yaratılmıştır ki sıcağa soğuğa dayanır, gıkını çıkartmaz. İlk İran’da yetiştiği söylenir. Latince karşılığı ‘Fenike Elması’ imiş. Elmas diyorlarmış. Değeri ta o zamanlarda biliniyormuş demek ki. Şehirlere verilmiş ismi. Side (Antalya) nar demek, İspanya’da Granada tarihi şehri de adını nardan alıyormuş. Kur’an-ı Kerim’de yad edilen birkaç meyveden biridir. Eski Mısır’da Tanrılara nar hediye edilir, krallar öldüklerinde yanlarında narlarla gömülürlermiş. Efsaneler, şiirler, türküler yazılmış nar üstüne. Yunan mitolojisinde dahi rastlarız nara. Peki nar gerçekten bu kadar değerli mi? Yaklaşık beş metre boylarında bir ağaç, kınagiller familyasından. Ağaç baharın sonlarında kırmızı çiçekler açar. O çiçekler kurutulur, çay yapılır. ‘Hibiskus çayı derler halk arasında. Bağışıklığı destekler, antioksidandır, karaciğer yağlanmasına iyi gelir. Ağacın gövde ve dal kabukları tıpta kullanılır. Narın kendisinden neler yapılıyor peki? Narın suyu mesela kabuğunu da ezerek eklerseniz antioksidan miktarı artıyor. Suyundan likör ve şurup hazırlanıyor. Nar ekşisi, nar sirkesi yapılıyor. Narın çekirdekleri saç ve cilt bakımında kullanılıyor. Bağışıklığı kuvvetlendiren, kanserli hücrelere, diyabete, yüksek tansiyona iyi gelen bu kırmızı şifanın ağacı ile tanıştığımda bunları bilmiyordum. Oğlumun doğum günü yaklaşıyordu. Hediye olarak nar fidesi aldık. Narı severim ama hiç ağacını yetiştirmemiştim. Sekizinci doğum günü oğlum okuldan gelince arka bahçeye götürdük onu ve fideyi gösterdik. Çok sevindi. Hep birlikte küçük bahçemizin bir köşesine diktik fideyi. Can suyunu verdik, sonrasında pek ilgilenmedik. Kendi kendine büyüyordu. İlk birkaç sene meyve vermedi. Hızlı da büyümüyor. Sanırım üç yıl sonra ilk meyvesini yedik. Zirai ilaç kullanmadan, özenmediğimiz ağacımız artık birkaç tane meyve veriyor ve her nar tanesinde o günü yad ediyoruz. Bahçedeki nar ağacı bana pahalı bir hediyenin veremediğini, bir çocuğun ağacı olduğunda gözlerinde o dinmeyen ışıltıyı da sundu. Kendisiyle yaş alan bir ağaç. Her geçen yıl birlikte büyüyen iki varlığı seyretmenin, meyvelerini toplamanın mutluluğu… İşte nar gerçekten bu kadar değerli.

Tümünü Gör